Bin yıllık tıbbî gelenekler hala yaşıyor: Hacamat, sülük, tiryak ve macunlarla kadim şifa anlayışı modern dünyada iz bırakıyor.

Hacamat ve sülük tedavisi, binlerce yıllık bir geçmişe sahip olmasına rağmen, bugün hâlâ uygulanan ve rağbet gören yöntemlerden. Modern tıbbın olanaklarının yanı sıra geleneksel şifa yollarına başvuran insanların sayısı hiç de az değil. Ancak bu yöntemler yalnızca bugünün alternatif tedavi seçenekleri değil; derin bir tıbbi ve kültürel birikimin, Anadolu’da şekillenmiş kadim bir hekimlik anlayışının ürünüydü. 

Sülükle Tedavi Yaşam Felsefesi

Anadolu Selçuklularından Osmanlı’ya uzanan hekimlik tarihinde hacamat ve sülükle tedavi, sadece alternatif bir yöntem değil; bir yaşam felsefesinin parçasıydı. Şifahanelerde uygulanan bu tedavi yöntemleri, vücudu fazlalıklardan arındırma, dengeyi sağlama ve yeniden “doğru mizaca” döndürme amacıyla yapılırdı. 

Hacamat uygulaması, özellikle sıcak bölgelerde yaşayanların vücutlarında biriken kirli kanı dışarı atmak için tercih edilirdi. Soğuk mevsimlerde ise kupa çekme veya sülük yapıştırma gibi daha yumuşak yöntemler uygulanırdı. Sülükler, vücuda yapıştırılarak kirli kanı emdirir; karaciğerin, böbreklerin ya da organların yükünü azaltırdı. Sülüklerin yapıştırılacağı yerler bile belirli takvimlere, hatta ayın evrelerine göre ayarlanırdı. Hekimler genellikle ayın on yedisi gibi günleri “kan çekme için uygun zaman” olarak tanımlar ve buna göre işlem yaparlardı. 

Hacamat da aynı şekilde hem fiziksel hem zihinsel rahatlama sağladığı düşünülerek yapılırdı. Diz altından yapılan hacamat diz ağrılarına, sırt hacamatı omuz hastalıklarına; göbek üzerine yapılan kupa ise sindirim sistemi problemlerine çare olarak görülürdü. 

Müshil ve Kan Alma İle Arınma 

Selçuklu ve Osmanlı hekimliği, hastalığı yalnızca “semptom” olarak değil, vücudun iç dengesinin bozulması olarak görürdü. Bu yüzden arınmak, yani vücuttaki fazla maddelerin dışarı atılması, en temel sağlık ilkelerindendi. 

Kan almak, doğru zamanda ve uygun miktarda yapıldığında “kalbin gücünü artırır” düşüncesiyle uygulanırdı. Kan alma sırasında bayılmayı önlemek için hastaya ayva yedirilir, nar ya da limon şerbeti içirilirdi. Bunun dışında müshil ilaçları, sindirim sisteminin temizlenmesi ve toksinlerden kurtulma aracıydı. Özellikle sabahları hafif gıdalarla birlikte kullanılırdı. "Az yemek, çok yaşamak" anlayışına sahip bu yaklaşım, günümüzdeki detoks modasının tarihi versiyonu gibi düşünülebilir. 

Cesaret İsteyen Yöntem: Tiryak Tedavisi 

Osmanlı hekimliği, zehirlere karşı bağışıklık kazandırmak adına "tiryak" adı verilen çok özel ilaçlar üretirdi. Bu ilaçlar, bazen yılan etinden bazen afyon, mür, zencefil, defne tohumu, safran gibi onlarca farklı maddeden hazırlanır, uzun süre bekletildikten sonra kullanılırdı. 

En değerli tiryaklardan biri Tiryak-ı Faruk idi. Yılan, akrep sokmaları, zehirlenmeler ve zayıf bağışıklık durumlarında verilirdi. Sekiz maddeden oluşan Tiryak-ı Semaniye ve dört maddelik Tiryak-ı Erbaa, bağışıklığı güçlendirmesiyle bilinirken; bazıları ise sadece hanedan mensupları için hazırlanırdı. Bu ilaçların üretimi ciddi bir uzmanlık ve etik sorumluluk gerektirirdi. Yanlış tiryak hazırlayan bir tabip, halkın sağlığına kastetmiş sayılırdı. 

Macun ve Şerbetlerin Şifası 

Günümüzde reçeteyle alınan ilaçlar gibi, o dönemin halkı da kendi sorunlarına göre şifa arardı. Macunlar, hem kolay tüketilebilir olmaları hem de etkili yapılarıyla çok yaygındı. 

  • Belâdır Macunu: Felç ve inme tedavisinde kullanılırdı. 
  • Feylesoflar Macunu: Zihin açıklığı ve sindirim düzenleyici olarak tercih edilirdi. 
  • Macun-ı Firbehi: Kilo aldırıcı, doğum sonrası toparlanma macunu olarak bilinir, özellikle kadınlar arasında rağbet görürdü. 

Bunların yanında, şerbetçiler, sokak sokak dolaşarak mevsimine göre ilaç niyetine şerbet satardı. Gül, menekşe, nar, limon, demirhindi gibi bitkilerle hazırlanan şerbetler hem serinletici hem de tedavi edici özellik taşırdı. Bugünün enerji içeceklerinin atası diyebiliriz. 

Hekimlik: Bilgelikle Harmanlanmış Bir Meslek 

Selçuklu’da ve Osmanlı’da hekim olmak sadece hastalık tedavi etmek değildi; aynı zamanda bir ahlak, eğitim ve felsefe meselesiydi. “Tabip” tıbbî ilme sahip kişi anlamına gelirken, “hekim” daha kapsamlı bir sıfat olarak kullanılırdı: bilge, dengeli, filozof tabiatlı ve derinlemesine düşünen kişi. 

Hekimler medrese eğitimi alır, ardından ihtisas yaparak şifahanelerde görev alırdı. Saray hekimleri padişah ve ailesinden sorumluyken, çarşı hekimleri halkla birebir temas hâlindeydi. Serbest çalışan esnaf tabipler, genellikle dükkânlarında hizmet verir; bazen ilaç yapar, bazen basit operasyonlar gerçekleştirirdi. Ancak en önemlisi, halk bu hekimlere güvenirdi. Hatalı tedavi yapan ya da yanlış ilaç hazırlayan tabipler, kadı huzurunda yargılanırdı. 

Bu da hekimliği sadece bilgi değil, aynı zamanda güven, etik ve kamusal sorumluluk mesleği haline getiriyordu. 

 Kadim Bilginin Bugünkü Yüzü 

Bugün hacamat salonlarına giden, macun tarifleri arayan, tiryak merakı taşıyan herkes aslında bin yıl öncesinden gelen bir tıbbî mirasın parçası. Belki günümüz laboratuvarlarında bu bilgilerin bazıları kanıtlanmaya çalışılıyor ama halk arasında çoktan kabul görmüş, içselleştirilmiş durumda. 

Anadolu’nun ilk şifahanesinden bugüne uzanan bu cesur tedavi yolları, sadece hastalıkla değil; yaşamla, dengeyle ve insan doğasıyla ilgiliydi. Belki biz de modern tıbbın yanında, bir tutam kadim bilgeliğe kulak vererek daha sağlıklı bir hayatı yeniden inşa edebiliriz.