Dârüşşifâlar, Osmanlı’nın yalnızca tıbbî değil, ahlâkî ve sosyal vizyonunun da yapı taşlarıydı. Bu yapılar vakıf sistemiyle işletilmiştir.
Tarihimizde kimsesizlerin sığınağı, hastaların şifa yeri Darüşşifalar:
Osmanlı tıbbının ve klasik İslam hekimliğinin klasik anlayışı: “Bir hastalığı iyileştirmek, sadece bedeni değil; ruhu da onarmaktır.” sözünden geçiyordu.
Osmanlı coğrafyasında yükselen bir anlayış vardı ki, yalnız hastalığı değil, hastayı iyileştirmeyi esas alıyordu. Bu anlayışın vücut bulduğu yerler, dârüşşifâlar; yani şifa kapılarıydı.
Herkese Ücretsiz ve Sınıf Ayrımsız Şifa
Dârüşşifâlar, Osmanlı’nın yalnızca tıbbî değil, ahlâkî ve sosyal vizyonunun da yapı taşlarıydı. Bu yapılar, çoğu zaman sultanlar, hanım sultanlar ya da hayır sahipleri tarafından kurulmuş ve vakıf sistemiyle işletilmiştir. Kuruluş amacı, hastalığın sınıfı olmaz diyerek “kimsesiz, yolcu, garip, düşkün, fakir, akıl hastası” olan herkese ücretsiz ve insanca hizmet sunmaktı.
Bu hizmetin temelinde “Allah rızası için insana hizmet etmek” ilkesi yatıyordu. Çünkü İslam inancına göre, insana yapılan hizmetin sevabı ölümden sonra da devam ederdi. Bu nedenle dârüşşifâ vakfiyelerinde sıkça şu cümle yer alırdı:
“Şüphe yok ki O, kendisini görürcesine kullukta bulunanların ecrini zayi etmez.”
Dârüşşifâ, sadece bedenin değil, toplumun vicdanının da iyileşmesi için kurulmuştu.
Teşhis Ustanın Sanatıyla Konan Tanı
Tedavinin ilk adımı teşhisti. Ve Osmanlı’da teşhis, sadece gözlemle değil, sanatsal bir ustalıkla yapılırdı. Hekim hastanın rengine, gözlerinin parıltısına, sesine, hatta terlemesine bakarak ilk izlenimini oluştururdu. Nabız ve idrar da tanının en önemli destekleyicileri olurdu.
- Nabız Teşhisi: Hekim, hastanın nabzını sağ elin başparmağıyla kontrol eder, düzenli mi, seyrek mi, dolgun mu diye değerlendirirdi. Bu yöntemle hastanın hamile olup olmadığı, hatta aşk acısı çekip çekmediği bile anlaşılabilirdi.
- İdrar Muayenesi: Hasta, sabah ilk idrarını verir; rengi, tortusu ve köpüğü gözle incelenirdi. Bu tahlil, hastalığın seyri hakkında doğrudan bilgi verirdi.
Tedavinin Ön Şartı Bedenin Temizliği
Osmanlı tıbbı, önleyici hekimliğe büyük önem verirdi. “Hastalık gelmeden korunmak” esastı. Bu sebeple tedaviye başlamadan önce bedenin arındırılması gerekirdi.
- Kan Alma (Hacamat/Kupa): Kirli kanın vücuttan uzaklaştırılması sağlanır, cilt üzerinde küçük kesilerle kirli kan akıtılırdı.
- Kusturma ve Müshil: Mide ve bağırsakların temizlenmesi, hastalığı başlatan zararlı maddelerin atılması için uygulanırdı.
- Hamam: Özellikle sıcak buharlı hamamlar, terleme yoluyla toksinleri dışarı atar, bedeni tedaviye hazır hâle getirirdi.
Şifa Sofrasının İnceliği Diyet
Hastaya ne yedirdiğiniz, ne verdiğiniz ilaç kadar önemliydi.
- Tedaviye çorbayla başlanır, genelde pirinç lapası ilk tercih olurdu. Pirinç hem kolay sindirilir, hem kuvvet verirdi.
- Ardından etli yemekler gelir, kuzu eti tercih edilirdi.
- Tatlılarda dahi şifa aranırdı. Zerde, iyileşmeye başlayan hastalara verilir, pirinçli tatlılar güç kaynağı sayılırdı.
- “Her hastanın ayrı midesi vardır.” anlayışıyla diyetler kişiye özel belirlenirdi.
Psikoloji Göz Ardı Edilmezdi
Dârüşşifâlarda psikolojik destek, tedavinin merkezindeydi. Özellikle akıl hastalarına yönelik uygulamalar dikkat çekiciydi.
- Hastaların morali yüksek tutulur, hoşnut edilmeleri için ellerinden gelen yapılırdı.
- Müzikle Tedavi: Deneyimli müzisyenler haftada bir dârüşşifâya gelir, doğru makamla konser verirlerdi. Hangi makamın hangi ruh hâline iyi geleceği önceden bilinir, konserler reçete gibi hazırlanırdı.
- Koku ve Sesle Terapi: Gül kokusu, su sesi, hatta kuş sesleri bile hastaların ruhunu rahatlatmak için kullanılırdı.
- Serbetler ve Uykuyu Düzenleyen Karışımlar: Hekimler, akıl hastalarına “ferahlatıcı” içecekler hazırlar, huzurla uyuyabilmeleri için bitkisel formüller kullanırlardı.
Her Hasta Özeldi, Her Hasta Emanet
Dârüşşifâda her hastanın özel yeri vardı. Hastanın her gün en az iki kez kontrol edilmesi, ilaçlarının etkisinin takip edilmesi şarttı. Acil durumlarda hekim tekrar çağrılırdı. Tedavi sürecinde hastanın ailesi yoksa bile onunla ilgilenen bir görevli mutlaka atanırdı.
İyileşen hasta, dinlenme süreci için birkaç gün daha imarette ağırlanır; ardından tekrar hayata hazır hâle gelirdi. Çünkü dârüşşifâlar sadece hastalığı değil, hastayı da ayağa kaldırmayı amaçlardı.
Bugün Bize Ne Söyler?
Bugünün modern tıbbı hergün daha gelişen teknoloji ile birlikte daha da ilerliyor. Ancak Osmanlı dârüşşifâlarında yüzyıllar önce uygulanan bu bütüncül yaklaşım, hâlâ eksik kaldığımız yönlere ışık tutuyor.
Tedavinin yalnızca fiziksel değil, ruhsal ve sosyal yönü de olduğunun en büyük kanıtı bu sistemdir. Osmanlı tıbbı, insanı yalnızca bir hasta değil, bir bütün olarak görmüş ve her tedaviyi bu anlayışla şekillendirmiştir.
Belki de modern tıbbın, Osmanlı’nın bu "şefkatle yoğrulmuş tıp mirası"*na bir kez daha kulak vermesi gerekiyor: "Şifa ararken yalnız ilacı değil, tebessümü de reçeteye yazmayı unutma."